Bayram tatilinin on gün gibi uzun bir süreye yayılması, çalışmakla dinlenmek üzerinde kafa yormanıza sebep oldu mu bilmiyorum. Ama ben konunun felsefi boyutu üzerinde biraz durmak istiyorum. Belki ileride “çalışmanın felsefesi” üzerine daha ayrıntılı bir çalışma yapabiliriz, şimdilik sadece ayak üstü beyanda bulunacağız.
“Çalışma Hukuku”, “Çalışma Ekonomisi”olur da“Çalışmanın Felsefesi” neden olmasın diyoruz ve yavaşça dalıyoruz konuya!
Felsefe şüphe duymak, soru sormak, düşündürmek, hayatın anlamını sorgulamak olduğuna göre, çalışmanın anlamı üzerinde durmamız gerekiyor. İnsan bu dünyaya neden geldi, neden çalışmalı, ne kadar çalışmalı, ya da hiç çalışmamalı mı? Basit gibi görünen çetrefilli sorulara cevap bulmamız gerekiyor.
Genel ve baskın düşüncenin, çalışmanın yüceltilmesi biçiminde olduğunu söyleyebiliriz. Çalışma her zaman övgüye değer bulunmuş ve teşvik edilmiştir.
Meselâ arı, çalışmanın sembolü olarak kabul edilir. Bir siyasi partimizin amblemindeki arı resmini hatırlayalım. Bu tercihte “arı gibi çalışmak” vurgusu olduğunu söylememize gerek yok. Bir arının bir gram bal yapmak için 240 kilometre uçtuğu ve 30 bin defa çiçekleri ziyaret ettiği söyleniyor. Böyle bir emeğin ürünü olan balı aslında arılar kendileri için yapıyor ve insanlara kısmet oluyor!.
Kendisi için müthiş bir emek harcayarak ürettiği değere, başkaları tarafından el konulması ister istemez, kim için çalışmak ve ne kadar çalışmak gerekir sorularını da beraberinde getiriyor. Çalışmak üretmektir. Klasik iktisatta; emek, sermaye, girişimci ve doğal kaynaklar gibi unsurların bir araya gelmesi ile gerçekleşen üretim yine bu üretim faktörleri arasında paylaştırılır. Marks ise bu üretim sürecine farklı bakarak, üretimin tek faktörünün emek olduğunu, diğer faktörler olan sermaye, girişimcilik ve doğal kaynakların aslında kristalize olmuş emekten başka bir şey olmadığını belirtir. Klasik iktisata göre emeğin üretimden aldığı pay “ücret”tir, sermayenin aldığı pay “faiz”, girişimcinin aldığı pay “kâr”, ve doğal kaynakların aldığı pay ise “rant”tır. Marks’ın tek üretim faktörü olarak emeği kabul etmesi, diğer faktörlerin aldığı payları ahlâksız bulması sonucunu doğurur. Buradan da emeğin ürettiği “artı değer”in gasp edildiği teorisine ulaşır.
Marks, çalışmaya karşı değildir, ancak bir emeğin ürünü olan sermayenin emeği hakimiyeti altına almış olmasına şiddetli eleştiri getirir. Sosyalist düşünür Louis Blanc“çalışma hakkı” kavramını literatüre kazandırırken, bir başka Marksist Paul Lafargue (kendisi Marks’ın kızı ile evlenmiştir), “Tembellik Hakkı” isimli kitabında Blanc’ı şiddetle eleştirirken, işçileri de feci şekilde haşlar ve “günde 3 saatten fazla çalışılmamasını” savunur. “Aylaklığa Övgü”başlıklı makalesinde “Çalışma ahlakı, köle ahlakıdır, modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur”diyen İngiliz düşünür BertrandRussellda, sıradan işçilerin günde dört saat çalışması halinde hem her şeyden herkese yetecek kadar bulunacağını ve hem de ortada işsizlik diye bir şey kalmayacağını belirtir.
Bugünkü dünyada ekonomi, çılgın bir üretim ve çılgın bir tüketim süreci biçiminde devam ederken, insanoğlu bu çılgın makinenin bir dişlisinden başka bir şey değildir. İşletmeler daha fazla üretmek için çalışanlar üzerinde akıl almaz bir performans baskısı uyguluyor. Tüketenler ise “daha fazla” tüketmenin çılgınca yarışındalar. Ancak dünyanın başka köşelerinde ve kendi kentimizin başka köşelerinde karnını doyuramayanların varlığı da acı bir gerçek.
Hatırlayacaksınız, Mandıra Filozofu “ben çalışmaya karşıyım” dediğinde, ağzı açık kalmıştı aç gözlü müteahhidin. Oysa “filozof” devamında şöyle demişti; “ihtiyacından fazlası için çalışmak insanoğlunun aç gözlülüğünden başka bir şey değildir. İnsanlar oturamayacağından çok ev alıyor, harcayamayacağından çok para kazanıyor, arsalar alıyorlar, arabalar alıyorlar. Sonra ne oluyor? Selâ okunuyor, göçüp gidiyorlar, her şey bu dünyada kalıyor. Ne demiş Yunus? “Mal da yalan mülk de yalan. / Var biraz da sen oyalan.”
Çalışma üzerine daha çok şey yazabiliriz ama şimdilik burada keselim ve iyi tatiller dileyelim.