Bugünkü yazımız, başka yazarlardan alıntı şeklinde olacak. Saray ve diktatörlük bağlantısı üzerine iki kitaptan alıntı yapacağız. Aşağıdaki ilk iki paragraf, yabacı bir yazarın diktatörlükle ilgili kitabından aktarmadır. 1980’li yıllarda Brunei Sultanının yaptırdığı görkemli saraydan bahsediyor. Sonraki paragraf ise Nedim Gürsel’in yeni çıkan ve Mısır seyahatini anlattığı kitaptan alındı. Nedim Gürsel de 3500 yıl önce Mısır’da firavun diktasından ve her yolun saraya çıkmasından bahsediyor.
“Açıklamaya bile gerek yok aslında. Sarayınız ne kadar büyükse dünyaya sergilediğiniz güç de o kadar fazladır. Başkanlık sarayları, kral şatoları dünyanın neresinde olursa olsun görkemlidir, ama diktatörde hepsini geride bırakmaları gerektiğini düşünme eğilimi vardır. Brunei Sultanı dünyanın en büyük ve muhtemelen de en lüks başkanlık sarayına sahiptir. 200 bin metrekarelik mimari harika İstanaNurulİman’ın anlamı “Işığın ve İnancın Sarayı”dır. Sarayda 1788 oda, 257 banyo, beş bin kişilik bir tören salonu, bin beş yüz kişilik bir cami bulunmaktadır. Garajındaki 110 araba, sultanın araba koleksiyonunun yalnızca küçük bir parçasıdır. Saray, 1984’te 400 milyon dolar maliyetle inşa edilmiştir.
Brunei hükümetinin ve yönetiminin de sarayda bulunduğunu yerin birazını onların kapladığını eklemek gerekir. Ama sultan, hükümetle arasına biraz mesafe koymak, devletin başı olarak gündelik görevlerinden biraz uzaklaşmak isterse, başka üç sarayı daha vardır. Bunlar da hiç küçük sayılmazlar.” (Mikal Hem, Siz de Bir Diktatör Olabilirsiniz, Paloma Yayıncılık, 2013, sh. 80)
Firavunların egemenliği, emekçilerle değil ruhban sınıfıyla paylaştığını da biliyoruz. İktidarı tanrılardan devraldıkları için, eski Mısır'da sarayla tapınak birbiriyle bütünleşmiş kurumlardı. Devletle din de öyle. Tapınaklar hiç kuşkusuz tanrılar adına yaptırılıyordu ama asıl amaç ruhban sınıfının desteğiyle firavunun iktidarını güçlendirmekti. Dinsel törenlerde tanrılar kadar, hatta onlardan da fazla, dev firavun heykelleri yer alıyordu. Bu iki güç sayesinde dönüyordu devlet çarkı, köylüler toprağı ekip biçer, ustaların yönetiminde işçiler piramitleri diker, kâtipler papirüslere hiyeroglif yazar, ordular sınır boylarında düşmanla savaşırken, bütün yollar saraya çıkıyor, orada başlayıp orada bitiyordu.(Nedim Gürsel, Piramitlerin Gölgesinde Mısır'a Yolculuk, Doğan Kitapçılık, 2018, sh. 13, 14)
Her iki metin de 3500 yıl öncesi ile bugün arasında saray - diktatörlük bağlantısı arasında fazla fark olmadığını gösteriyor. Aslında diktatörlüğün nasıl bir psikolojiye sahip olduğunun ip uçlarını veren metinler bunlar. Diktatörlerin önemli özelliklerinden biri de bu kadar görkem içinde aslında çok yalnız olmalarıdır. Halkın içindeymiş görüntüsü vermeyi çok iyi becerirler, ama gerçekte yalnızdırlar. Kim olduğunu tespit edemediğim bir ozan (?) da diktatörlerin yalnızlığı üzerine bir dörtlük söylemiş. Bakalım ne söylemiş;
Duvara asmadığım eleğim var unum var.
Sarayımda bol entrika ve de oyunum var.
Kim der bin odalı sarayda yalnızım deyu,
Bahçesinde kaz, ördek, öküz ve koyunum var.
Bazı kâlbi fesat olanlar bu yazdıklarım ile Türkiye arasında bağlantı kurmaya çalışabilirler. Bu filmdeki kişilerin ve sarayların Türkiye gerçekliği ile bir ilgisinin olmadığını özellikle, önemle ve özenle belirtiyorum.
